Siyaset öyle bir alan ki hakkında bir görüş belirtmek adına herhangi bir formasyona ihtiyacınız yok. Soluduğumuz hava gibi bizleri kuşatmış bir vaziyette. Nereye dönersek dönelim yine de kendimizi siyaset alanının çekim sahasında buluyoruz. Demokrasi, her ne kadar hâlâ bir norm olmaktan uzak olsa da, bilhassa 21. yüzyıl siyasal iklimi göz önünde bulundurulduğunda elimizdeki en iyi hatta elimizdeki salt seçenek. Bu “elimizdeki en iyi” seçenek ise yönetim gücünü onlardan alması hasebiyle doğası gereği vatandaşlarla doğrudan alakalı bir düzlemde duruyor. Yani günümüzde oy verenler ve yönetilenler olarak bu “siyaset” dediğimiz şey tam da bizim için yapılıyor. Politikalar, retorikler ve kampanyalar bizim için ve bize göre üretiliyor. Halkların siyasetin merkezinde yer aldığı iddiası, siyaseti yalnızca yönetim mekanizmalarının değil, bireylerin günlük yaşamlarının ve tartışmalarının da vazgeçilmez bir parçası hâline getiriyor. Durum buyken, siyasetin nasıl yapılacağına dair sokaktan çevirdiğimiz herkesin bir fikri olacakken, bir akademik alan olarak siyaseti diğer bireylerin sahip olduğu bilgi, farkındalık, talep ve etkilerden ayıran şey ne? Arkadaşlarımızla konuştuğumuz siyasetin üniversitelerde okutulan siyaset “bilimi”nden farkı ne?
Bir Disiplin Olarak Siyaset Bilimi
Bir akademik alan olarak siyaset, esasında insanlık olarak siyaset “yapmaya” başlamamızdan çok da sonra ortaya çıkan bir disiplin değil. Siyaset düşüncesi Platon’dan, yani milattan yüzyıllar öncesinden beri var olan, üstüne yazılan, konuşulan, tabiri caizse akademisi olan bir alan. Günümüzdeki siyaset bilimi dediğimiz alanın temellerini ise modern siyaset felsefesinin temel filozofları sayılan Hobbes, Locke, Machiavelli ya da Rousseau gibi Batılı düşünürler şekillendiriyor. Bu düşünürlerin yaptığı felsefenin çatışmalar üzerine kurulması, bu felsefe biçimini Batı felsefesinin önceki dönemlerinden ya da farklı felsefe geleneklerinden farklılaştırıyor. Bu düşünce biçiminin en temel meselesi ise modern dünyanın çatışmalarla bezeli sistematiğini yeni oluşan modern devlet yapısı ile nasıl en aza indirilebileceği oluyor. Böylece modern Batılı siyaset felsefesi, o dönemde değişime uğrayan toplum yapısının da etkisiyle devlet, güç ve meşruiyet kavramlarını tartışmaya açıyor. Toplumların teşekkülünden bu yana inşa ettiğimiz düzeni ve bundan sonra nasıl bir yön tayin etmemiz gerektiğini sorgulayan bu düşünce biçimi içerisinde insan—ve onun bir uzantısı olarak aile ya da tanrı—siyasi sisteme ve devlete içkin varlıklar olmaya başlıyor, kendi hüviyetlerini yitiriyorlar.
Bu kavramlar, filozofların savundukları siyasi düzende birer araç hâline gelirken, toplumun her parçası tartışmanın merkezindeki güç mücadelesine yerleşiyor. Bu dönemde insan haklarının uluslararası hukukta bir zemin kazanabilmesi için bildirgelerle ilan edilmesi gerektiği düşüncesi yaygınlaşıyor; “doğal haklar” kavramı, insanın yalnızca insan olduğu için değerli olduğu ahlaki veya inanç temelli bir anlayıştan uzaklaşıp, felsefi bir temele dayandırılarak yalnız modern toplumda ve Batı siyasetinde anlam buluyor. Machiavelli’nin Prens adlı eserindeki “Amaca giden her yol mübahtır.” sözü, siyasetin araçlarını ve bu araçların meşruiyetini sorgulayan tartışmaların temelini oluşturuyor.
Bu felsefi temelin üzerine inşa edilen modern bir kavram ve sosyal bilim olarak siyaset, Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde Avrupa’da, 19. yüzyıl sonrasında ise Amerika’da, siyasi reçeteye olan ihtiyaç, ampirik gözlemlerin önem kazanması ve temel bilim ilkelerinin sosyal bilimlere uyarlanma çabası sonucu şekillenmeye başlıyor. Bu bağlamda siyaset bilimi esasında hiçbir zaman akademinin sınırlarının ötesinde bir siyasi sistem, ortam, yöntem ya da gelenek kurma imkânına sahip olmuyor. Aksine yüzyıllardır var olan bir kurumun doğal süreçte modernleşmiş hâlinden, hatta kriz ya da reform ortamlarında beliren ihtiyaçlardan doğuyor. Dolayısıyla siyaset bilimi siyasete öncülük eden bir alan değil, siyasetin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere oluşturulmuş bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Siyaseti siyaset bilimi değil; siyaset biliminin ne olacağını da siyaset tayin ediyor.
Nesnelin Pençesinde Can Çekişen Siyaset
Bu tamlamada yer alan “bilim” kelimesi, siyaseti gündelik hayattaki anlamından ayıran ve ona üzerine çalışılmaya değer bir disiplin olarak yaklaşılmasını sağlayan temel unsuru oluşturuyor. İddia odur ki siyaset bilimciler sokaktan çevrilecek herhangi bir bireyin siyasi sorulara vereceği cevaplardan farklılaşarak, siyaseti bir bilim disiplini çerçevesinde, dolayısıyla objektif bir şekilde ele almalıdır. Zira bu bilim insanları rakamları kullanır, konseptler ve trendler arasındaki bağlantıları hesaplar ve böylelikle örneğin Doğu Asya ekonomilerinin hızlı gelişimini yahut Avrupa’da popülizmin artış nedenlerini veya uluslararası ilişkilerin doğasını anlamaya ve açıklamaya çalışırlar.
Haklarını yemeyelim, gündemden o kadar da kopuk değiller. Filistin’i bu şekilde adlandırmaktan genellikle kaçınsalar da, yaşanan ‘soykırımın’ nedenlerini ve olası çözümlerini, Filistin’in devlet olarak tanınmasının anlamını ya da yaklaşan Amerikan seçimlerinin Filistin için ne ifade ettiğini bile tartışıyorlar. Ama bunu objektif, argümantatif, “nötr” bir noktadan yapıyorlar zira o alandan bir adım bile dışarı çıkamazlar. Bu bir “bilim” olduğundan, normatif soru-cevap ve iddialar pek hoş karşılanmıyor. Söylenilen her şeyin bir yerlerde kanıtı olması, mantıksal olarak açıklanabilmesi bekleniyor. Yazılan her makalenin bu sözde tarafsız akademinin makul bulacağı bir katkısı, faydası olması gerekiyor. Siyaset, bugün yaşadığımız hemen her problemin—yoksulluğun, evsizliğin, suçun, kadın cinayetlerinin, kolonyalizmin, sömürünün, Filistin’de, Lübnan’da, Kongo’da ve uzun zamandır Orta Doğu’da yaşananların, terörün, ayrımcılığın, ırkçılığın, eşitsizliklerin ve kapitalizmin-– merkezinde yer alıyor; hem bu sorunların sebeplerini hem de çözümlerini içinde barındırıyor. Buna karşın siyaset bilimi tüm bu saydıklarımız kötüdür demek yerine, bunları tartışmaya açmakla ve bu tartışmanın normatif boyutuna hiç bulaşmadan tarafsız, objektif cevaplar aramakla övünüyor.
Siyaset bilimciler, tam da siyaset bilimci oldukları için siyaset yapamıyor. “İsrail, Amerika ve Batı teröristtir; kapitalizm sömürü sistemidir” diyemiyor, bunu bir duruş olarak ortaya koyamıyorlar. Tüm bunları çok komplike meselelermiş gibi binlerce kelime tartışmaları lazım geliyor. Bu objektiflik iddiası ve talebi, meselenin temelini oluşturan bir soruyu göz ardı ediyor: Dünyanın belli bir coğrafi noktasında, belli bir felsefi geleneğin üzerine, belli bir zamanda ve belli bir siyasi sistemin aracılığıyla şekillenen bu alanda; doğduğundan beri bu seçenekler arasından belirli bir siyaset biçimine maruz kalan siyaset bilimcilerin, bu önyargılardan bağımsız ve gerçekten objektif bir alan inşa etmeleri nasıl mümkün olabilir? Dahası, siyaset biliminin akademinin ötesinde “doğru” siyaset yapmak kaygısıyla değil, siyasetin ihtiyaç duyduğu ölçüde değer kazandığı bir çerçevede, bunu yapmaya neden gerek duyacakları sorusu da önemini koruyor.
Nitekim bu objektiflik arayışı gerçekleşmiyor; kısa bir süre sonra aslında belirli bir bakış açısının hâkim olduğu ortaya çıkıyor. Bu bakış açısı elbette ki Batılı ve sistematik ayrımcılıklarla örülü bir yapıya sahip. Çerçeve dediğimiz konsept tam da bu noktada devreye giriyor. Farklı bakış açıları belirmeye başladığında bunlar “çerçeve” adıyla sınıflandırılıyor ve birbirinden ayrılıyor. Böylece aynı siyasi olaylar teorik olarak farklı biçimlerde yorumlanıyor ve bu yorumlar, siyaset biliminin “zenginliği” olarak görülüp yüzlerce makale hâlinde bir köşede birikiyor. Örneğin uluslararası ilişkilerde çoğunlukla dünya düzeninin bir anarşi olduğu temel iddiasına dayanarak devletlerin askeri harcamalarını, işgallerini ve savaşlarını meşrulaştıran realist çerçeve, problematik bir bakış açısı olduğu yönündeki eleştirilere yanıt vermek yerine, yalnızca “bir perspektif” olarak konumlandırılıp kenara çekiliyor. Aynı anda bu eleştirileri getiren postkolonyal perspektifler, ders kitaplarının sonunda birkaç sayfadan ibaret bir “alternatif” olarak yer bulabiliyor. Nihayetinde doğası gereği birbiri üzerine inşa edilerek gelişen akademik tartışmalarda bir yer edinmek, bu “alternatif” çerçevelerle yola çıkıldığında pek de kolay olmuyor.
Alternatif Bir Paradigma Aramak
Sorumuza geri dönersek, siyaset bilimini günlük siyasetten ayıran şey, ahlaki duruşu dışlayan ve sahte bir objektiflik iddiasına dayanan bir yaklaşım oluyor. Tüm teorik çabalara ve rakamsal analizlere rağmen, siyaset biliminin son yıllarda ne kadar taraflı, ırkçı ve kapitalist olduğu açıkça ortaya çıkıyor; bu durum, siyaseti hiçbir zaman etik temeller üzerine kurmamış olan Batı’nın da işine geliyor. Tarafı net olan meseleler karmaşık tartışmalara dönüştürülürken, bu tartışmalardaki baskın bakış açısı, farklı bir perspektifin mümkün olabileceğini unutturacak şekilde yine Batılı ve kapitalist kalıyor. “Modern” dediğimiz bu siyasi gelenek, yalnızca son birkaç yüzyıla ait olup, hepimizin değil, kendini hegemon ilan eden bir avuç ülkenin çıkarlarını yansıtıyor ve kendini düşünülebilecek tek seçenek, ya da en iyi alternatif olarak dayatıyor.
Oysa siyasetin amacı, bir ülkenin gücünü artırmak, silahlanma yahut teknoloji yarışını kazanmak değil; Özgür Filistin’in, eşitliğin ve sömürüsüz bir sistemin inşası olmalı.
Bu hedefin farkında olan ve mevcut sistemde bu amaçların yeri var mı diye sorgulayan değil, bu hedeflere nasıl ulaşılacağını ve eğer mevcut sistem yetersiz ise farklı bir siyasi sistemi nasıl kurabileceğimizi soran bir siyaset bilimi mümkün!