Hepsi grubu bizleri yıllar önce “Üç Kalp” şarkısıyla Intermezzo hakkında uyarmıştı: “Bir kalpte iki kalp nasıl yaşanır? İki kişi seven iki defa ölürmüş.” Sally Rooney’nin dünya çapında ses getiren Intermezzo’su; ölüm, yas, kıskançlık, aşk ve nefret ekseninde seyreden bir kaos. Fakat bu kurguyu kaos şeklinde nitelendirip ötekileştirmek, hayatımızdan yabancılaştırmak çetin bir görev. Zira Rooney bizlere o denli gerçek bir hikâye sunuyor ki sanki uzansak dokunabileceğiz. Her gün, belki idrak etmeden, sayısız Peter’ın, Ivan’ın, Slyvia’nın, Margaret’ın ve Naomi’nin yanından geçiyoruz. Kim bilir, belki biz de onlardan biriyiz.
Romanın seyri boyunca iki kardeşin, Peter ve Ivan, sorunlarla bezeli ilişkilerini nasıl ele aldıklarını okuyoruz. 30’larının başlarında olan Peter ve 20’lerinin başlarında olan Ivan, babalarının ölümünü farklı şekilde karşılıyor. Peter, kardeşiyle benzer yaşlarda olan ve geçimini internette erotik fotoğraflar paylaşarak sağlayan Naomi’nin kollarında teselli bulurken, Ivan profesyonel olarak oynadığı fakat pek de hoşlanmadığı satranca dört kolla sarılıyor. Fakat Peter roman içerisinde sık sık “hayatının aşkı” olarak nitelendirdiği ancak geçirdiği ciddi bir kazadan sonra cinsel birliktelik yaşayamadıkları için ayrıldığı fakat hâlâ âşık olduğu Sylvia’yla, Naomi’ye âşık olduğunu söylemesine rağmen, görüşmeye devam ediyor. Öte yandan Ivan, katıldığı bir satranç turnuvasında tanıştığı, eşinden yeni ayrılmış ve kendisinden 13 yaş büyük olan Margaret’e âşık oluyor ve bu karşılıklı bir aşka dönüşerek ikilinin hayatlarında bir değişim dönüşüm rüzgârına öncülük ediyor.
Tabii bu, salt aşk hikâyesinin çok ötesinde bir kurgu. “Normal People” romanıyla küresel çapta şöhret kazanan Sally Rooney, kendisini çağdaşlarından ayıran bir üsluba sahip. Gerçekçi İrlanda edebiyatının modern bayrak taşıyıcılarından bir tanesi olan Rooney, romanlarında insan ilişkilerinin çetrefilli yönlerine odaklanırken, gündelik hayata içkin güç dinamiklerini de anlatılarına dahil ederek okuru kuvvet alanı içerisine çekiyor. Çizdiği karakterler kahir ekseriyetle hatalı ve okurun kendine yakın hissetmekte zorlandığı tiplemeler olsa da bu kusurlar silsilesi, yazarın sosyal medya diliyle “relatable” yani tanıdık karakterler inşa edebilmesinin başat sebebi. Okurda uyanan bu tanıdıklık hissi yazarın kitaplarının hem Türkiye’de hem de dünyada bu denli popüler olmasını açıklıyor. Rooney’nin romanlarında, tıpkı Intermezzo’da olduğu gibi, karakterler sık sık mensup oldukları toplumların normatif yapıları altında ezilirken; gündelik ilişkilerini, aile, romantik yahut platonik ilişkilerini, idame ettiremiyorlar. En nihayetinde ufuktan yoksun bir mutsuzluk döngüsü içerisinde kapana kısılıp hayatı, kendileri ve etrafındakiler için çekilmez kılıyorlar.
Bir müzik yahut tiyatro terminolojisi olarak kullanılan Intermezzo, iki bölüm ya da perde arasında çalınan kısa müzikal parçaya deniyor. Karakterlerin sürekli olarak kendilerini içinde buldukları sosyal durumlar göz önünde bulundurulduğunda bu başlık seçimi oldukça manidar. Hem Peter hem de Ivan tüm anlatı boyunca kelimenin tam anlamıyla karar vermekten aciz durumdalar. Bu Peter için Naomi ve Sylvia arasında yapmak zorunda olduğu seçimken, bu ikilem Ivan’ın durumunda onu hayatta tutacak ve kirasını ödeyebilecek tam zamanlı ve stabil bir kariyer seçememesinde gizli. Sadece Peter ve Ivan da değil, Margaret da kendisinden yaşça küçük Ivan’la devam edip edemeyeceğine karar veremiyor, Christine eşinden ayrıldıktan sonra evlendiği adamın çocukları ve öz evlatları olan Peter ve Ivan arasında bir seçim yapamıyor, Sylvia’nın Peter’ı tamamen hayatından çıkarıp çıkartmama konusunda kafası her daim karışık, Naomi erotik fotoğraf işini bırakıp bırakamayacağı konusunda kararsız… Bu liste böyle uzar gider ve biz kitapta bahsi geçen her karakterde böylesine ikircikli bir durum saptarız. Esasında romandaki hemen hemen tüm karakterler ne ileri ne de geri gidebilirler, bir arada kalmışlık hissiyle boğuşurlar, iki perde arasında dinlenen müzik, cep telefonlarının zil sesi olmuştur âdeta.
Sally Rooney’nin bu karar verme yetisine sahip olmayan postmodern insan arketipini anlatısının merkezine koymasının en güçlü gerekçesi, postmodern insanlık hâlini tenkit etme arzusu olmalı. “Anything goes!” yani “Fark etmez, her şey olur.” mantığına dayanan eyleme biçimleri, artık günümüzde romantik ve sosyal ilişkilerin her yönüne sirayet etmiş durumda. İlişkilere bir “label” konmaz, “öylesine” takılmalar gündelik hayatın tunç bir parçasına dönüşmüştür. İşte Rooney böylesine bir vasatta Intermezzo’yu kurgulamıştır. İlişkilerin artık bir anlam ifade etmediği sosyal bir bağlamda, babalarının ölümünden sonra bir nebze olsa daha da yakınlaşarak birbirlerinden güç alması gereken Peter ve Ivan, kendi ilişkilerini anlamsız bir düzlemde algılamaya, birbirlerinden farklı bir yöne doğru giderek yas sürecini kendi omuzlarında taşımaya başlarlar.
Peter’ın kadınlara bakış açısı ve yıllar önce Sylvia’yla bitirdikleri ilişkinin yokluğunu (Sylvia hâlâ Peter’ın hayatındadır fakat ilişkileri romantik bir birliktelikten ziyade duygusal bir yükten öteye geçemez) farklı bedenler ve ruhlarla doldurmaya çalışması da daha evvel bahsettiğimiz “anything goes” mantığının bir emsalidir. Peter özgürdür fakat mutlu değildir. Seyrüsefer ettiği dünya içerisinde bir anlam bulamaz çünkü başka bir kişiyle anlamlı ve derin bir bağ kurmaktan kaçınır. Sylvia’nın yaşadığı kazadan sonra Peter’ı fiziksel olarak tatmin edemeyeceği için onu bırakması, Peter’da büyük bir güven problemi yaratır ve kendisine bir kez daha böylesine bir bağlanma hakkını tanımaz. Babasıyla, annesiyle ve Ivan’la olan ilişkisinde de büyük ve geri döndürülmesi güç boşluklar yaratır Sylvia’nın yokluğu. Ta ki genç ve güzel Naomi ile tanışana kadar.
İşler burada ilginçleşmeye başlar. Peter kendisini duygusal olarak bir çıkmazda bulacaktır. Kendisini Naomi’ye tam olarak açmasa dahi kaçıngan bir şekilde ona bağlanmaya başlar. Çünkü Naomi onun cinsel fantazilerine açıktır, Peter’ın en derinlerde, sosyal statüsü sebebiyle kimseye açamadığı duyguları, Naomi nezdinde Peter’ın bir zafiyeti değildir, aksine Naomi bu cinsel dürtülerini ona açtığı için sevinir çünkü onu tam manasıyla tanıdığını hisseder. İşler ilerledikçe Peter ona bağlanmaya devam eder ve en nihayetinde ona âşık olduğunu hisseder.
Dilerdim ki “kaçıngan bağlanma” olgusu Sally Rooney’nin anlatısını zenginleştirmek için ürettiği bir kavram olsun, toplumsal gerçeklikle bir bağı olmasın. Ki romantik ilişkilerdeki herhangi bir unsurun toplumsal gerçekliğin yansıması olduğunu da gözardı etmemek gerek. Ne yazık ki Peter toplumdan izole bir örnek değil. Postmodern insanlık hâlini konuştuğumuz bu çağda toplum, Peter ve benzerlerini bünyesinde barındırmaya devam ediyor ve gün geçtikçe “kaçıngan bağlanma” sosyal ilişkilerin temeline dinamitler yerleştiriyor. İlişkileri anlayabilmek için kitaplar yazılıyor ve çiziliyor. Aşk ve benzeri duygular, insan hayatını zenginleştirmesi gerekirken stratejik bir düzleme indirgeniyorlar ve bu durum kişileri diken üstünde yürümeye zorluyor. Kalıcı ve sağlıklı ilişki kurmak isteyen bireyler, bu çeşit süreçte sürekli olarak ne istediğini bilmeyen, seçenekler arasında kaybolan, aklı hep bir diğerinde kalan, kendini ve duygularını tanımayan bireylerle karşılaştıkça yüzeysel ilişkilenmeler içinde boğuluyor. Sistemin içinde aradığını bulamayanlar çareyi sisteme uyum sağlamakta buluyor. Özellikle genç bireylere envai çeşit ilişki taktikleri sunuluyor. “Mesajına görüldü attıysa ikinci mesajı sen atma.” “Aramana dönmedi mi, sen de onun mesajlarını üç hafta açma.” “Geç yazdıysa cevap verme.” Bu öneriler elimizdeki durumu yönetebilmek için belki de en iyi seçeneğimiz çünkü belli ki işler sadece stratejiyle yürüyor.
Peter kurgusal bir karakter olsa da temsil ettiği toplumsal kesim açısından kıymetli bir noktada duruyor: Duygularını nasıl tanımlayacağını, nasıl analiz edeceğini ve nihayetinde nasıl ifade edeceğini bilemeyen erkekler. Peter’ın hayatında ters giden her şey, yaşadığı bu erkeklik krizi, esasında kendisinin bile anlayamadığı duyguların birikiminin sağlıksız bir dışavurumundan ibaret. Toplumun her kesiminde bir Peter’a rastlamak mümkün. Bu kalıcı problemi çözmenin yolu ilişkiler üzerine geçici öneriler vermek değil, bu meselenin kökünü irdeleyebilmek. Çok fazla eş seçeneğine sahip insanlar aynı Intermezzo’da olduğu gibi kendilerini karar vermekten aciz bir hâlde buluyorlar, geçici zevklerle kalıcı olan duygularını tatmin etmeye girişiyorlar. Elbette bu çabalar da Rooney’nin bizlere zekice bir şekilde gösterdiği gibi muvaffak olamıyor, postmodern insan bu yapma bulma dünyasında mutsuzluğa düçar hâlde yaşama tutunabilmek için sebepler arıyor. Intermezzo’nun kapağını kapatırken ise şu soruyu sorarken buluyoruz kendimizi: “Elimizdeki bu sınırsız özgürlük, bunca seçenek değil miydi bizleri mutlu etmesi gereken?”
“Ah sen üzgün, ah ben üzgün, o da üzgün yapma herkes çok üzgün.”