Toplumun sinir uçlarına dokunan iki olay aynı anda gerçekleştiğinde tepkimizi sadece birine göstermek ve diğerini göz ardı etmek, Türkiye’nin politik iklimi göz önünde bulundurulduğunda kaçınılmaz bir toplumsal refleks ve gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Kadın cinayetleri gibi ortak zeminde buluşmamızın, asgari seviyede insanlık düzeyinde buluşmakla aynı şeyi ifade etmesine rağmen bu durumda dahi ideolojilerimiz bizleri bir seçim yapmaya düçar ediyor.
Bu dikotomik düşünme alışkanlığı ise aslında çok eskiye dayanıyor. Antik Yunan felsefesinin dikotomik ayrımları, bu hâkimiyet sonucunda kendisini simgesel düzlemde de gösterecek ve kavram ile onun değil’i arasındaki bağıntı, kadınlık ve erkeklik temsilleriyle kurulacaktır. Akıl-beden, form-madde, etken-edilgen, logos-mitos, özne-nesne… Bu karşıt’lık ve öteki’lik dolayımında kurulan ilişkilenme şekli, erkeklik ve kadınlığın temsil edilişinde de simgesel olarak kuruludur. Dolayısıyla eril rasyonalite, doğayı, doğa durumu’nu, düşünceyi, miti tekeline almış ve bu yerli yerindelik tersyüz edilmediğinden, birçok toplumda yerini sağlamlaştırmış ve aşılması zor bir engel hâline gelmiştir.
Ekofeminist bir teorisyen olan Plumwood da asıl sorunun Yunan kültüründe rasyonalizmin doğuşuyla başladığını öne sürer. Bu kültürde, doğa hep ikiliklerle zuhur eder. İktidâr bu ikiliklere ihtiyaç duyar ve onlardan birini mutlak suretle işgal eder, baskıyı buradan kurar. Plumwood şöyle der: ‘‘Platoncu akıl ve akla dayalı yaşam kavramlarının altında yatanın sadece eril bir kimlik değil, çoklu dışlamalarla ve dişil olanın yanı sıra kölenin, hayvanın ve doğal olanın da tahakküm altına alınmasıyla tanımlanan bir efendi kimliği olduğunu öne sürüyorum.’’
Efendi, tahakküm kuran, beyaz adam, işgalci ya da patron… Kavramlar değişse de her zaman bir öteki yaratmak mecburiyetindedir. Zira yarattığı ötekiyi mağdur edecektir. Ardından kendisine onu kontrol altında tutma sorumluluğunu verir ve anlamı burada bulur. Öteki bazen bir toprak parçası, bazen sokaktaki bir köpek, bazen ise koskoca bir cinsiyet olabilir. Öteki, Efendi’nin kendine layık bulduğu her sıfatın tam zıttıyla var olur. Bu nedenle efendiye karşı tüm ezilenler aynı sınır içerisinde nefes alıp verir. Öte yandan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganlarının peşinden gidenler, bahsedilen kardeşliğin “beyaz erkek kardeşlik” olduğu gerçeği ile yüzleşeli yaklaşık üç yüz yıl olmuştur.
Kapitalist dünya sistemi, merkantalist devrimden bu yana ikincilleştirilmiş kimlikler yaratarak ötekisini, yani hasmını inşaa sürecini kutsal ortaklıkları marifetiyle güçlendirmektedir. Sistemin görünmeyen temel ortak değeri ise tüm alt sınıfların, özellikle kadın emeğinin, ve doğanın sömürüsü ile mümkün kılınan kapitalist birikimdir. İktisaden yaratılan zenginleşmeden en büyük pay sahibi bir avuç yeryüzü canavarından başkası değildir. Neolitikten bu yana patriyarka, ikinci cins olarak ötekileştirdiği ve erkeğe tabii saydığı kadını, tıpkı bugün “medeni Batı’nın” kendi türünden ve dininden olmayan halkları yok etmeyi normalleştirmesi gibi, “medenilerin cilalı toplumsal cinsiyet eşitliği göz boyamaları” eşliğinde yok saymaya devam etmektedir.
Doğa ve kadın; daima tahakküm kurulan, gizi açılan, elde edilen ve aynı zamanda elde tutulandır. Sanayi Devrimi’nden bu yana hınçla büyüyen ve karşısına çıkan her sistemi kendi içinde eriten insan merkezli yaklaşım, kapitalist bir kalkınma ve sermaye anlayışından ibarettir. Elbette savaşlar da ne insan merkezli anlayıştan ne kapitalizmden ne de sermaye sahiplerinden ayrı düşünülemeyecek olgulardır. Bu kapitalist kalkınma anlayışına bilim ve teknoloji de eşlik eder. Ama bu bilim ve teknolojinin mahiyeti nedir? Öyle ki bugün modern dünyada güç dediğimizde insanı, doğayı, maddeyi sömürmeye dayalı bir bilim anlayışı aklımıza gelmekte ve savaşlar, saldırılar, soykırımlar da bu yıkıcı ve sarsıcı teknolojiyi kullanarak şehirleri yaşanamaz hâle getirmeyi amaçlamaktadır. Yılların davası olmakla birlikte son bir yıldır Filistin’i açık hava hapishanesine çevirerek bu yıkımı bizlere zorla izleten siyonizm de bu güçten faydalanarak sınırlar çizip toprağı tekeline alma -ki bunun teolojik coğrafya yani Arz-ı Mev’ûd (vadedilmiş toprak düşüncesi) ile doğrudan bağlantısı var- sahip olma, hükmetme, elinden geleni ardına koymama ve bu uğurda olacak her şeyi göze alma politikası ile ilerlemiştir.
Bugün gördüğümüz tabloyu da elbette ekofeminizmin doğa ve kadın arasında kurduğu korelasyon ve ikilikler üzerinden okumak mümkün. Felsefe tarihinin yanı sıra dünya tarihinin de akıl-duygu, özne-nesne, logos-mitos, varlık- yokluk, zihin-beden, doğa-kültür, eril-dişil ya da erkek-kadın ikiliği ile bugünlere geldiğini ve tarih boyunca bir tarafın daima karşısındakini erittiğini, ikincilleştirdiğini ve araçsallaştırdığına tanıklık ettik. Nasıl ki doğayı ve kadını nesneleştiren kapitalizm ve patriyarka ise, bugün savaşı başlatan ve seyrini değiştiren akıl, araçsal akıl ile aynıdır. Ötekiler daima değişkenlik gösterirken (doğa, kadın, çocuk, göçmenler ve farklı etnisiteye ait insanlar) asıl özne daima oradadır. Bugün siyonizmin yaptığı şey de tam olarak bu düşüncenin bir çıktısıdır. Kadın ve çocukların üzerine oynanması, ev, okul, hastane gibi yerlerin bombalanması soykırım bitse dahi oradaki insanların yaşamını yeniden kurmakta zorlanacakları seviyeye getirerek insanlar üzerinde psikolojik tahribata yol açma anlayışına dayanmaktadır.
En ihlal edilmemesi gereken “insan hakları hukukunun,” yani sivillere savaş açmanın, pervasızca ihlal edildiği ve evrensel insani değerlerin hiçe sayıldığı zamanlardan geçiyoruz. Bu açık şiddetin sürdürebiliyor olmasının tek bir nedeni var: Arkasındaki silahlandırılmış eril tahakküm. Batının sadece kendi beyaz muteber halkı için büyüttüğü o pûr-ü pak “yüksek uygarlık sistemi” artık ifşa olmuş vaziyette ve tüm üretimiş değerleri silip süpürmekten hiç çekinmeyen kara bir savaşa evrildi. İnsanlık değerlerinin ihlalcisi kesimlerin ortaklaştıkları noktalara baktığımızda ise bunu kapitalist güç ağlarıyla bağlı ne yazik ki mağdurlarla aynı dinden olduklarını da şaşkınlıkla gözlemliyoruz. Üstelik sürekli bir din kardeşim metaforunun riyakâr ama dayanılmaz ağırlığına rağmen arkaplanda devam eden güçlü ticari kapitalist çıkar ilişkisiyle beslendiği apaçık ortada. O halde en büyük ortak değeri para olan evrensel batı merkezli kapitalist öğütücü değirmeninde ezilmeye yerinden yurdundan edilmeye zorlanarak katledildiği bir evrensel nizamda en fazla öldürülmelerinde bir beis görülmeyen dünyanın ikincil kimliklerinden Filistinli kadınlar ve çocuklar.
Modern, Batılı ve eril hâkimiyet; öteki için kendi yüksek değerlerini, insan onurunu Filistin halkına uygun görmediğinden olsa gerek bir yıldır; tüm insanlık için savunduklarını zannettiğimiz o temel ve dokunulmaz insan haklarına dokunanlarla işbirliğine destek ve tedariğe devam ediyor. Sadece Hıristiyan Batılı uygarlar değil üstelik Müslüman uygarlar da perde arkasından bu kapitalist temelli moneyhood kardeşliğine can suyu taşımakta bir beis görmüyor. Bu haliyle Filistinlilerin yaşadığı cehennemin zebanileri esasında sınıfsal ortaklıklarını din kardeşliğinden daha güçlü bir networke borçlular. Kapital kardeşliği. Neo-liberal sistemin muktedirlerine ve silah tüccarlarına sağladığı imtiyazlı statuquo’nun sürdürülebilir olabilmesi bu ezme yoketme çarkının dişlilerinin işlemesiyle mümkün olacağını çok iyi bilmekteler. O nedenle işbirlikleri tüm ezilmeye müsait gruplar üzerinde kullanmaktan çekinmiyor.
Bugün devlet politikaları bu kutuplaşma ikliminin toplumsal yaşama bir yansıması mahiyetini taşıyor. Bu atmosferin içerisinde belli başlı şablonlar yaratıldı ve bu şablonların sınırları çok kalın çizgilerle çizildi. Fakat bu şablonu oluşturan kimseler hem kendilerini hem de diğerlerini tanımlarken bu etiketlerin azizliğine uğradılar. Filistin halkının dayanışmasına destek göstermek ve siyonizmin karşısında durmak eş değer bir anlama sahip. Fakat bahsettiğimiz şablonları oluşturanlar burada özneler sömürenler/sömürülenler iken bu kalıpçı anlayışın kurbanı oldular ve meseleyi hem etnik bir ayrım hem de dini bir ayrım çatısı altında tanımlayıp insanları bu bağlamda tasnif ettiler. Seküler birinin Filistin mücadelesine destek vermesi dahi onlar için bir anlam ve tanım kargaşası yarattı. Bu insanları inşa ettikleri şablonların hangisine sokacaklarını bilemediler.
Hâlbuki, Bell Hooks’un da dediği gibi, “Feminizm herkes içindir.” Mücadele enternasyoneldir ve herhangi bir grubu dışlamak suretiyle kimsenin tekeline bırakılamaz. Direnen ve dayanışma gösteren tüm grupların mücadeledeki gayesi de mücadele ettiği suje de ortaktır. Seçici merhametin de bir şiddet türü olduğunu, acı hiyerarşisinin de eşit derecede zararlara gebe olduğunu anlama vaktimiz geldi. Türkiye’yi kadınlar için cehenneme çeviren güç silsilesi ve şiddet döngüsünün bir benzerinin de İsrail menşeili olduğunu gördüğümüz zaman esasında Filistinlilerin ve Türk kadınlarının da aynı şiddet çarkının altında ezildiğini ve nihayetinde can verdiğini göreceğiz.
Filistinliler için avazımız çıktığı kadar bağırdığımız her an, Türkiye’de ve dünyada benzer şekilde şiddet kıskacında can veren herkes için de bağırmış oluyoruz. Bu acıları ve zulümleri hiyerarşik bir düzleme konumlandırmak, bir kısmı gayri insan olarak algılamak, bir kesime üzülürken diğerini de bu harekete dahil etmemek bizleri içinden çıkılmaz bir paradoksa sürüklüyor. Hâlbuki eril şiddetin yarattığı yıkımdır esas olan. Bu yıkım din, dil ve ırk ayırt etmeden sosyal düzenin en alt tabakasında konumlananları, ki bu genelde kadınlardır, hedef alır. Merhametimizi ve değişime gebe olan sesimizi bu eril şiddete karşı yükseltmemiz ve kullanmamız ise son derece elzemdir.
Hayatta “öteki” olmanın ne demek olduğunu yaşayarak öğrenmiş ve mütemadiyen yüreği ağzında ve diken üstünde gezmeyi iliklerine kadar hissetmiş kadınlarla her an tepesine nereden bir bomba yağacağını bilemeyen Filistin halkının mücadelesi eştir. Birinin varlığı diğerinin varlığına gölge düşürmez. 8 Mart eylemlerinde meydanlarda duymaya alışık olduğumuz şu ifade, bu bağlamda büyük bir anlam taşımaktadır: “Tüm kadınlar ve Filistin özgür olana dek, hiç kimse özgür değildir!”
Feminizm, Batı’nın yahut beyaz Türklüğün tekeline girmiş, elitistliğin timsaline dönüşmüş bir ideoloji değildir. Doğu’da zulüm üzerine zulüm yaşayan, seçim hakkından yoksun bırakılan, kendi kaderini tayin etme hakkı elinden zorla alınan kadınlar bu haklardan istifade etmeyi veyahut bu mücadelenin bir parçası olmayı daha az hak etmez. Feminizm, henüz bilinçlenmemiş, aydınlanmamış ya da sisteme boyun eğmekten başka bir seçimi olmayan kadınların da haklarını savunmak ve onlara her koşulda destek olmak demektir.
Her insan, herhangi bir insan hakkı ihlalinin karşısında da eşit mesafede durmalı ve mücadele etmelidir. Günümüz Türkiye’sinde kişilerin birbirini kategorilere ve şablonlara sokmadan tanımlayamama hâli azımsanamayacak derecede tehlikeli bir olgudur. Bu anlayış, toplum içerisinde herkesi “savunulacak değerler” ve “ses çıkarılacak insan hakkı ihlalleri” arasında seçim yapmak mecburiyetinde bırakır. Tahakküm anlayışa göre bir dayanışmaya destek verilmesi, diğer bir dayanışmasının varlığını tehlikeye atar. Bu zihniyete sahip kimselerin “Ülkende kadınlar katledilirken Filistin yürüyüşünde ne işin var?!” şeklinde duruştan ve temelden yoksun sorular sorması işte bu sebeptendir.
Fakat aşk ile bir daha söyleyecek olursak, bu mücadeleler birbirinden katiyen bağımsız değildir. En basit deyişle kadın dayanışmasının yanında olmak ve soykırıma karşı çıkmak birbirleriyle çelişen eylemler değildir ve bir arada mevcudiyetlerini sürdürmeleri doğal olandır.
Yukarıda ötekiler daima değişkenlik gösterir dedik ama şöyle yakın tarihe baktığımızda ötekileştirilen, ezilen ve yaşamaya değer görünmeyen hayatların başında kadınlar, Müslümanlar, Orta Doğulular, farklı etnisiteden insanlar gelmektedir. Özne ise daima beyaz, erkek, burjuva, faşist sermayedarlardan oluşmaktadır.
“Bu düzeni götüren tekerleklerin iç lastiğinin kopması umuduyla!”