Köln doğumlu gazeteci yazar Rebekka Endler’ın 2021 yılında çıkan kitabı Das Patriarchat der Dinge, “Eşyaların Patriyarkası” ismiyle Çiğdem Canan Dikmen tarafından Türkçeye çevrildi. Endler, Eşyaların Patriyarkası’nda, tasarımdaki erkek egemenliğine dikkat çekiyor ve günlük hayatta kullandığımız en basit eşyalarda, kamusal mekânlarda, tıptaki tedavi yöntemlerinde bu egemenliğin izini sürüyor.
Verdiği örnekler gerçekten dikkat çekici çünkü pantolon cebinden ulaşım araçlarının tasarımına; kadınların beklediği tuvalet sırasından bilgisayar oyunlarına kadar yaşamımızda temas ettiğimiz her şeyin erkek bedenine uyumlanacak şekilde tasarlandığını çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.
Merhabalar, öncelikle son zamanlarda nasıl hissediyorsunuz, gündeminizde neler var?
İstanbul’a misafir sanatçı olarak gelme şansına erişerek Tarabya’da son dört aydır hem çalışıyor hem de yaşıyorum. Benim için çok özel ve değerli bir zaman dilimiydi, çünkü son 18 ay boyunca kitabım üzerine meşgul olduktan sonra buraya kendimi bitkin ve tükenmiş hissederek geldim. Bu nedenle Tarabya Kültür Akademisi’ne gelmek, pillerimi şarj etmeme ve yeni yaratıcı fikirler geliştirmeme olanak sağladı.
Bu kitabın yazılma hikâyesinden söz açmak istiyorum. Eşyaların Patriyarkası’nı okuduğumda etrafımızdaki her şeyin bu denli orta sınıf, Batılı, beyaz erkeğe göre yapılmış ve yapılandırılmış olması sizi kısıtlanmış ve çerçevelenmiş hissettirmiş ve harekete geçme itkisi duymuş olmalısınız diye düşündüm.
En nihayetinde tıbbi sistemlerden tedavi yöntemlerine, oturduğumuz sandalyeden bulunduğumuz odanın ısısına kadar yalnızca belirli bir tür bedene göre yapılandırılmış olduğunu fark etmek açıkçası oldukça tedirgin edici. Peki, eşyaların patriyarkalığına dönük bu ilginiz kişisel deneyimleriniz sonucunda mı ortaya çıktı?
Dürüst olmak gerekirse hem bir gazeteci olarak hem de sosyoloji ve siyaset bilimi çalışmalarımı yürüttüğüm sırada dünyayla etkileşim halindeyken; kişisel rahatsızlık ve güvensizlik hissi deneyimlerim ile bu deneyimlerin altında yatılı olan bir yapı olarak ataerkillik arasında gerçekten bir bağlantı kuramadım.
Her zaman bende bir sorun olduğunu varsaydım, örneğin memleketim Köln’de kullandığım elektrikli kargo bisikletlerini kullanırken “çok küçük ve çok zayıf” olduğum için manevra yapamadığımda. Ya da filmlerden sonra veya bir konser sırasında umumi tuvalete girmek için uzun bir sırada beklediğimde.
Aklım hemen, “Tabii bu bizim hatamız, çok daha fazlasına ihtiyacımız var.” diye düşünme moduna geçti. Etrafımdaki pek çok şeyin artık “uygunsuz” olduğunu fark etmedim bile; çünkü onlar sadece “normal”di.
Bu yüzden birçok yönden bu kitabı araştırmaya ve yazmaya; çevremi yeniden sorguladıktan ve “normal” kelimesinin hayatımızın her alanında ne kadar ataerkil bir güç taşıdığını fark ettikten sonra karar verdim.
Evet, ben de “insan”, “normal”, “ideal” gibi tümellerin ataerkiyle el ele yürüdüğünü düşünüyorum. Bu kavramların makbul olanı belirleyip “geri kalanları” içinde eriterek yatıştırdığı fikrindeyim.
Peki, kapitalist tüketim merkezli toplumlara dönüştüğümüzden beri kadınların ilgisine dönük pek çok marka, kozmetik ürün, kıyafet vs. üretiliyor. Bunun yanında yine marjinalize edilmiş birey ve grupların, başörtülü kadınların, annelerin ilgisini çekecek spesifik ürün ve markalar da üretiliyor. Bu durumda alternatiflerin gittikçe artıyor olması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Haklısınız, özellikle internetin, tüm olumsuzluklarına rağmen tasarımları demokratikleştirdiği çok açık. İyi bir fikirle, yatırım bankaları ve/veya büyük mağazalar, toptancı pazarları gibi distribütörlerin bekçiliğinden geçmek zorunda kalmadan kitlesel fonlama ve kolay doğrudan dağıtım elde edebilirsiniz. Yine de açık bir pazar olmasına rağmen hala eksik olan eşyaların ve tasarımların miktarı beni gerçekten şaşırtıyor.
Girişimciliğe yönelik en ufak bir ilgim olsaydı, uygun tasarımlarla para kazanmanın pek çok yolu var. Çünkü bu sayede kadınlar ve diğer marjinalize edilmiş gruplar yalnızca satın alma gücüne sahip olmakla kalmıyor; aynı zamanda daha iyi, daha güvenli ürünler talep etmeye başlıyorlar. Ne yazık ki bir girişimci değilim, bu yüzden bunun yerine kitaplarla para kazanmam gerekiyor.
Şimdi bu sorunsallardan sonra biraz da çözüm merkezli sorular sormak istiyorum. Hâlihazırda kalıplaşmış, dondurulmuş, beyaz erkeğe göre dizayn edilmiş bu düzende, sizce alternatif mekânlar oluşturulabilmenin yolu nedir? Eşyanın azaltılması bu bağlamda gelişime ne ölçüde bir katkı sağlar?
Çünkü eşya çoğaldıkça, kapitalizm geliştikçe patriyarka da çevremizi daha çok sarıyor gibi. Eşyayı azaltmak ile mevcut eşyaları dönüştürmek, patriyarkanın hâkimiyetinden kurtulmak uğruna el ele gitse?
Bence de kapitalizmin sonu ile ataerkilliğin hâkimiyetinin bitmesi kesinlikle birbirine bağlı ve sadece bir feminist olarak değil, aynı zamanda ortasında olduğumuz iklim felaketinin farkında olan biri olarak da söyleyebilirim ki: Bu tek seçeneğimiz. Örneğin eko-adalet, feminist mücadelelerin önceliği olmalı.
Dolayısıyla buradaki sorunsal, bu baskı sistemlerini sona erdirmenin sorumluluğunu alarak bunu bir şekilde nasıl gerçekleştireceğimiz olmalıdır. Bireysel ölçekte evet, tüketimi azaltmak ve daha bilinçli tüketmek harika ve birçok teorisyen bunu feminist bir pratik olarak görüyor ancak tüketim aynı zamanda sınıfa ve toplumsal erişime de bağlı.
Demek istediğim, özel uçakların kaldırılması için gündem oluşturmakla ve bunu talep etmekle hiçbir sorunum yok; ancak, örneğin ayrıcalıklı bir orta sınıf beyaz kadın olarak başkalarına fast fashion’ı bırakmalarını söylemenin benim işim olduğunu düşünmüyorum.
Modaya uygun giysiler, kimliklerimizi oluşturma şeklimizin önemli bir parçası ve bilinçli alışveriş veya sürdürülebilir giysilere erişim gerçekten pahalı. Sürdürülebilir modaya benim erişimim olabilirken diğerlerinin olmayabilir. Bir tüketim alışkanlığı için bireylere yönelmek yerine iktidarların politik, yapısal çözümlerine odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum; nitekim hayatımız boyunca eşyanın arzu edilmesi gereken bir şey olduğunu düşünmek için eğitildik.
Son cümleniz, sistemin kendi alıcılarını yarattığı düşüncesini anlamak adına gerçekten isabetli oldu. Son olarak yine deneyim odaklı bir soru sormak istiyorum. Şehir bağlamında, bir süredir yaşadığınız İstanbul hakkında kişisel deneyimlerinizden de örnekler vererek neler söyleyebilirsiniz?
Kitabınızdaki bakış açısını bu şehre yönlendirdiğinizde İstanbul size göre ne kadar patriyarkal? Ve İstanbul’da kapsayıcılık ve eşitlik ekseninde eksikliğini en çok hissettiğiniz şey/eşya ne oldu?
Sadece dört aydır buradayım; bu yüzden bu devasa, dağınık ve zevkli şehrin uzmanı değilim. Ayrıca hala bazı şeyleri çözmeye çalışıyorum, örneğin kamusal alanlar. Ve bu maalesef öylece gidip insanlara “Hey, kamusal alanla ilişkiniz nedir?” diye sorabileceğim bir şey değil.
İstanbul, yüzlerce yıldır büyüyen tasarımlarla dolu ve çoğu benim ataerkil tasarım tanımıma giriyor; çünkü çoğunlukla cis erkeklere, herhangi bir fiziksel engeli ve çocuğu olmayan yetişkinlere uygun. Buraya ilk geldiğimde çocuğum beş aylıktı ve altını değiştirecek, emzirecek yer bulamıyordum ve bebek arabasıyla dışarı çıkmak tam bir baş belasıydı.
Yine de daha önceki sorunuza dönersek dönüşüm, adım adım gelişen değişikliklerle ve odakların çeşitlenmesiyle birlikte öncelikle mekanın içinde başlamalıdır. Örnek vermek gerekirse Superpool‘un İstanbul’daki ofisini ziyarete gittim ve yaptıkları işten çok etkilendim. Şehri daha erişilebilir, daha güvenli ve genel olarak insanlar için daha eğlenceli hale getiriyorlar.
İlginiz, emeğiniz ve en önemlisi ropörtaj sürecindeki açık yürekliliğiniz için çok teşekkür ederiz. Bizim için cevaplarınızı dinlemek ufuk açıcıydı ve büyük bir zevkti.
Ben de çok teşekkür ederim ve yeni siteniz Arsperas için bol şans dilerim!