Menü Kapat

Alt Tarafı Bir Elma Yedik Beraber, Zehir-i Zıkkım Oldu Bize Bal Badem

Hangi kadın hayatının bir anında tacize uğramadığını veya psikolojik şiddete, en “basitinden” flört şiddetine maruz kalmadığını iddia edebilir?  Şiddet demeye dilimizin varmadığı ama arafta bir yerlerde, sezgilerimizin tam zıttında konumlanan pek çok olay, aslında şiddetin tanımına içkin bir yerde duruyor. Bu psikolojik şiddetle karakterize edilen silsilenin son evresi de kendisini fiziksel olarak dışa vuruyor. Peki bu aşamaya gelene kadar şiddetin nüveleri kendilerini hangi çatlaklarda saklıyor? 

Biz kadınlar maruz kaldığımız manipülatif ve üstencil davranışların varlığını, kendi aklî melekelerimizi de sorgulamak suretiyle hep açıklamaya ve dahası ispat etmeye çalıştık.

Şiddetin pek görünür olmayan ancak hissedilen yüzü, daha terminolojik bir deyişle “psikolojik” ve “duygusal” şiddet, ataerkinin mizah unsuru hâline geldi. Biz kadınlar maruz kaldığımız manipülatif ve üstencil davranışların varlığını, kendi akli melekelerimizi de sorgulamak suretiyle hep açıklamaya ve dahası ispat etmeye çalıştık. Bizi kendimizi ispat etmeye mecbur bırakan sistematik zorbalık, şiddet karşısında sesini çıkartan kadınları da sindirmenin bir yolunu buldu ve birdenbire kendimizi, suçlayıcı parmakların mağdurlara döndüğü bir vasatta hayatta kalmaya çalışırken buluverdik.

Bir kadın şiddet karşısında ne zaman ağzını açsa, burun buruna geldiği argümanlar kahir ekseriyetle “aşırı hassassınız,” “fazla duygusalsınız,” “rasyonel düşünmekten yoksunsunuz” ve “kafada kuruyorsunuz” şeklinde suçlayıcı ve itibarsızlaştırıcı bir düzlemde seyrediyor. Zira şiddet, apaçık bedensel bir yıkıma ve ziyana yol açmadığı müddetçe onu şiddet olarak nitelendirmek mütemadiyen fazla histerik olmakla, kadınların duygularını yönetemiyor olmasıyla ve rasyonaliteden uzak olmalarıyla ilişkilendirildi, sanki “bir anlık” cinsel dürtülerine yenik düşenler yahut “ani bir cinnetle” kız kardeşlerimizi vahşice katledenler erkek değilmiş gibi…

Şiddet eğilimi, kadına yönelik her türlü nefret söylemi ve kadın düşmanlığı gibi meseleler başta erkek çocuklarına empoze ve estetize edilmek suretiyle toplumsal gerçekliğin bir parçasına dönüşüyor. Kadın düşmanlığının neredeyse norm hâline geldiği bu dönemde, ataerkil toplum ve/veya ataerkil aile anlayışı gibi söylemler artık bizi ne doyuruyor ne de sindiriyor. Telefon ve internete erişimin 10 yaşına düşmesinden bu yana çocuklar kimi incel yayıncıları takip ediyor, örnek alıyor ve zaten hâlihazırda filizlenmiş kadın düşmanlığını köklendiriyorlar. Çocuklukta maruz kalınan toplumsal ve kolektif kadın düşmanlığı ise ilerleyen yaşamlarında “erkeklik” kisvesi altında boyut değiştiriyor ve envai çeşit şiddetin temelini oluşturuyor. Bu da bize şiddetin ya da kadın cinayetlerinin bir anlık kararla gerçekleşmediğini, köklerinin çocukluktan yetişkinliğe kadar özenle beslenen ve korunan bir sisteme dayandığını gözler önüne seriyor.  

Şiddetin en çok bilinen ve konuşulan şekli fiziksel şiddet olsa da şiddet yalnızca bununla sınırlı değil. Zira kadınlar artık yalnızca evlerinde, kapı önlerinde ya da ücra bir sokağın köşesinde şiddet görmüyorlar. Şiddeti yalnızca fiziksel şiddet olarak anlamak bizleri diğer şiddet biçimlerini görmezden gelmeye veya onlara müsamaha göstermeye teşne kılıyor.

Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar.

diyor Bachmann, Malina romanında. Toplum olarak kafa kesme sahnesini görene kadar farkındalık geliştirmediğimiz aslında kadına karşı sürekli bir şiddet düzeninden bahsetmemiz gerekiyor. Bu son aşamanın çok öncesinde ikili ilişkide mayalanan bir şiddet süreci / hatta farkında olunmayan bir faşist ilişkilenmenin mevcut olduğunu unutmamalıyız. 

Duygusal/psikolojik şiddet, ekonomik şiddet, cinsel şiddet, dijital şiddet ve ısrarlı takip, kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet de en az fiziksel şiddet kadar yaralayıcı olabiliyor. “Şiddet” kelimesinin gün geçtikçe yeniden tanımlanmaya ve kavramsallaştırılmasına ihtiyaç duyulması ise tam da böyle bir gündemin çıktısı olduğunu gözler önüne seriyor.

İkili ilişkilerde başlayıp her seviyede farklı derecelerde hissettiğimiz bir baskı ortamı bu son kanlı sahneye uzanan sürece giden yolu döşüyor. Bunun en belirgin öncülü ise flört şiddeti. Genç kadınların sağlıklı bir flört ilişkisinin nasıl olmaması gerektiği konusunda bilinçlenmesi önemli. İkili ilişkideki kadın bilinçsiz olduğunda baskı ortamının hızla şiddete geçiş yapması olası. 

Kadınların ikinci cins olarak erkeğe tabii olarak tanımlayan ataerkil toplumda kayıtsız kalınan, normalleşen bu baskıcı, hiyerarşik ilişkinin şiddet ilişkisine hızla evrilmesine, hele ki cezasızlığın arttığı – koruyucu hukuk mekanizmasının lağvedildiği ya da iyi uygulanamadığı dönemlerde daha fazla rastlanması bugün yaşadıklarımızın özeti. Bu nedenle flört ilişkisinde partnerin hangi davranışlarının ilişkinin baskı ve şiddete evrilme riskine işaret ettiğini bilinmesi, bu son sahnenin yaşanmamasını sağlayabilir.

Bedenimize yönelen her türlü saldırı fiziksel şiddettir. Duygusal/psikolojik şiddet ise bedenimizden ziyade daha çok ruh sağlığımızı hedefe alan ve sürekliliğin esas olduğu  bir şiddet biçimidir. Burada süreklilik dememizin sebebi, kadınların günbegün kişi, mekân ve zaman fark etmeksizin yaşamlarının her alanında bu şiddete maruz kalıyor oluşudur. Bu şiddet biçimi ikili ilişkilerde partnerini aşağılama, yaptığı işleri değersizleştirme,  başkalarıyla kıyaslama, manipüle etme şeklinde karşımıza çıkmaktadır. 

Kadınların sürekli burun buruna geldiği değersizleştirme ve dışlanmasının bir çıktısı da bugün   akademi, sosyal bilimler, doğa bilimleri, kültür ve sanat camiası ve kimi meslek gruplarının tamamen erkeklerin, erkekliğin, iktidar ve sermayenin tekeline geçmesidir.   Bu camialarda ise kadının adı ya hiçbir zaman olmamıştır ya da erkekliğin kurduğu tahakkümün altında silinmeye mecbur bırakılmıştır.  Statü yükseldikçe kadınların oturduğu koltukların geometrik olarak azalması kadınların eğitimsizliği, başarısızlığı ya da daha önemsiz meseleler çalışıyor olmaları değil, erkeklerin kadınları toplum dışına itmesinin toplumsal bir zorunluluğa dönüşmesidir. Akademinin liyakatsizliği ve bunun beraberinde gelen hemen hemen tüm kadın öğrencilerin ve hocaların karşılaştığı akademik eril şiddet de bunun sadece küçük bir parçasıdır. 

“Hmm küçük hanım sen de mi Hegel okuyorsun? İyice okuman lazım, iyice bir oku.”

Tüm bu yapıp etmeler duygusal/psikolojik şiddet biçimidir. Bu şiddet biçiminin etkileri çoğunlukla somut olmadığı için hafife alınsa da bu duygusal/psikolojik şiddet kişinin sosyal anlamda sorunlar yaşamasına sebep olabilir. Ekonomik şiddet kadının çalışmasına izin vermemenin yanında harçlık vermemek ya da harçlığını kısıtlayarak yoksulluğa itmek, maaşını almak, ailenin geliri konusunda kadına bilgi vermemek gibi şiddet biçimlerini kapsamaktadır.

Cinsel şiddet ise kişinin cinselliğini hedef alan ve onu istemediği cinsel içerikli davranışlara maruz bırakan her türlü davranışa verilen isimdir. Cinsel taciz, aile içi tecavüz bu meseleyi örneklemek için kullanılabilir.  Dijital şiddet sosyal medya üzerinden karşı tarafı tehdit etme, şantaj, korkutma, erkek olmanın sözde ayrıcalıklarını kullanma ve zorbalık olarak karşımıza çıkmaktadır. Flört şiddeti ise partnerin fiziksel, duygusal/ psikolojik, ekonomik, cinsel ve dijital anlamda şiddet uygulamasına denmektedir.  Bu şiddet biçimlerine maruz kalan kadınların bu durumu fark etmesi epey zor olabilmektedir. Zira bu şiddet biçiminin somut bir göstergesi yoktur ama sistematik bir doğaya sahiptir. Israrlı takip de kadın istemediği hâlde iletişime, görüşmeye ve cinsel ilişkiye zorlama gibi şiddet türleriyle örneklendirilebilir. Tüm bunların yanında kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ise kadına kadın olmasından dolayı uygulanan ve kadınları orantısız biçimde etkileyen şiddet biçimi anlamına gelmekte ve son yıllarda tüm bu şiddet biçimlerinin kökeninde yer alan bir sorun olarak kavramsallaştırılmaktadır. 

Şiddet, ancak kız kardeşlerimizin geleceği ellerinden çalınıp canice katledilmeleri sonucu hayatları yitip gittiğinde gerçekten ‘şiddet’ kisvesi altında değerlendirilmeye layık bulundu. Fakat onun da hep bir ‘ama’sı vardı. Bu ‘ama’lar ya failin bu eylemi icra etmesine dayanak hafifletici nedenler bulmaya yönelikti ya da kurbanın failin bu eylemini teşvik edecek bir davranışını bulmaya çalışıyordu. Ama biz çok iyi biliyoruz ki bu failler bu suçları ne uyuşturucu madde etkisinde oldukları için ne psikolojik bir buhran dolayısıyla ne de bir anlık cinnet eşiğinde işliyorlar. Azımsanmayacak kadar büyük bir çoğunluğunun içinde bir kadın düşmanı yatıyor ve bir fırsatını bulduğunda bu düşünceleri/ hisleri korkunç eylemler eşliğinde ayyuka çıkıyor. 

Patriyarkal düzende erkekler; kadınlardan daha akıllı, değerli, güçlü, bilgili, zeki, karar verme mekanizması daha gelişkin, daha sağduyulu olduğuna inanarak/ inandırılarak büyüyor. Bunun tohumları ise gerek evde kız kardeşleriyle kurdukları en ufak iletişimde, gerek romantik bir ilişki biçiminin ilk ayak ve ön evresi olan flört deneyimlerinde yeşeriyor. Onlardan istediğimiz kadar iyi tahsillere, akademik yaşantılara ve kariyerlere sahip olalım, ‘bilmek’ er kişiye özgün bir eylem olduğu için uzmanlığımızı tahsis ettiğimiz bir alan karşısında bile bize beylik laflar etme cüreti buluyorlar. Bizi ekseriyetle salt erkek olmalarının kendilerine verdiği güce dayanarak temelsiz argümanlarıyla sindirmeye teşebbüs ediyor, profesyonelliği ve akılcılığı kendi zimmetleri altına alıyor, onlarca yıl emek versek ve kendimizi mesleki birikimimizi geliştirmeye yahut herhangi bir şeyi öğrenmeye adasak dahi hiçbir beyanımızın kati surette onların çaba gütmeden oturdukları yerden sarf ettikleri o dayanaksız ve temelsiz düşünce kadar değerli olamayacağına inanıyorlar. 

Flörtleşirken dahi birçoğunun bizi etkileme biçimleri; ataerkinin onlara verdiği sınırsız haklara ve cürete dayanarak bizi kendi mevcudiyetlerine ve bilgi birikimlerine muhtaç etme girişimi üzerinden şekilleniyor. Saygı duyulası olmak için zorbalıyor, her birimizi eksik hissettirerek bizi tamamlanmaya muhtaç olduğumuza inandırmaya çalışıyorlar. İstediklerini alma şekilleri daima sindirmek ve baskılamak üzerine olsa da bunu apaçık yapamadıkları yani kişinin hayatına kısıtlar getiremedikleri ve kadının özgürlüğüne açıkça ket vuramadıkları  bu  modern dünyada; sinsice, kendimize olan sevgimizi, güvenimizi, değer yargılarımızı yererek manipülatif bir biçimde tüm hayatımıza sızmaya ve kontrolü ele almaya çalışıyorlar. İşleri istediği gibi gitmediğinde, bu psikolojik şiddeti idrak edip dur deme cesareti gösterebilecek kadar şanslı olduğumuzda da derinliklerinde bir yerlerde sessizce uyuyan ve dirileceği günü bekleyen o refleks, kadın düşmanlığı, ortaya çıkıyor. 

Basit ve zararsız gibi görünen hatta kadının iyiliği gözetiliyormuşçasına ona verilen örtülü en ufak direktifin dışına çıkıldığında önce deli olmakla itham ediliyoruz. Sonra da ne yazık ki şiddet boyut atlamaya devam ediyor ve geri dönüşü olmayacak biçimde zarar görüyoruz. Şiddetin en görünür olmayan hâlini tespit ettiğimizde deli yaftası yiyor, ruh durumumuzla ilgili sorguya çekiliyoruz. Bu yüzden taşlanıyor, ötekileştiriliyor, toplumun bir ucuna itiliyor ve sevilmeye, değer görmeye layık olmadığımıza ikna ediliyoruz. Ancak erkekler ruhsal bozukluklara sahip olmalarını göğüslerinde bir arma ve bir dokunulmazlık kalkanı olarak taşıyarak, ruhsal bozukluklarının onlara verdiği güce dayanarak, ayrıştırılmak toplumun dışına itilmek şöyle dursun, işledikleri cinayetlere geçerli bir argüman olarak işbu ruh bozukluklarını sunuyorlar. Ruhsal bir bozukluğa sahip olmakla cinayet işlemek arasında bir korelasyon bulunmadığı gibi bu hafifletici neden anlayışıyla ruhsal hastalıklarla mücadele veren insanları da zan altında bırakıyoruz. 

Dün İkbal’in başına gelenler uyuşturucu etkisi altında bir erkeğin cinnet geçirmesinden kaynaklanan izole bir olay değil. Sosyal görüngülerin göz ardı edildiği bir vasatın dolaysız bir sonucu sadece. Söylem ve dil düzeyinde başlayan ve kadınları gayri insan kılan şiddet silsilesinin dışavurumu. Toplum olarak bir araya gelerek bu meselenin azmettiricisini bulmak istiyorsak şayet, çok da uzağa bakmaya, suçu şeytana tapan bir azınlıkta aramaya gerek yok. Esasında bu “satanik düzen” her birimizin aşina olduğu, sosyoloji derslerinde duyduğumuz veyahut sosyal medyada rastladığımız, belki de bizzat sonuçlarını deneyimlediğimiz erkek egemen toplumun ta kendisi. 

Özetle, hiçbir erkek hiçbirimizi, hiçbir kız kardeşimizi, o gün madde kullandığı yahut öfke nöbeti geçirdiği için, damarına basıldığı için yahut şizofrenik bir vaka olduğu için öldürmüyor. Öldürmek istediği için öldürüyor.


“Bahane bulmayı bırakalım. Bazı insanlar dümdüz kötüler. Yok eğitimsizlik, yok travmatik geçmiş, yok ideolojik beyin yıkama hikaye. Ne yaptıklarını gayet iyi biliyor ve size tam bir bilinçle zarar veriyorlar.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir