Hiç faşist gördünüz mü?
Muhtemelen her gün…
Kahramanlık destanlarıyla barbarlık tarihi arasındaki o “ince çizgi” ne? Bizimkini ve ötekini birbirinden ayıran o derin yarığın çizgisi mi? Faşist deyince akla o büyük insanlık nefreti örgütünün, yüce “biz cemaati”nin bir üyesi geliyor. Ötekini öyle bir itiyor ki kendi sırça köşkünde yalnızca kendi gibilerle, kendi gibi ‘‘insan olanlarla’’ birlikte yaşıyor. Bir faşist görsem onu hemen tanırım. Bellidir çünkü. Kafasındaki o parlak hâleyle, ışıldayan teniyle kendini belli eder.
Bir faşist gerçekten bu mudur?
“Hiçbirinin birbirinden haberi yok.”
Faşistler için bu cümlenin kullanıldığını duydum. Hiçbirinin. Birbirinden. Haberi. Yok. Örgütlenememiş doğal örgüt. Siyasi bir rejim olmayan faşizm, “sıradan faşizm” olarak adlandırılmış ve bu düşüncenin izinde gidenler o kadar biziz ki; her gün ya faşizan tutumlar sergiliyoruz ya da faşist bir durumu onaylıyoruz yaşam içinde. Sıradan faşizm kolayca seçilemiyor.
Başkasını kendinden keskince ayırması, kendi bulunduğu konumu merkez bilmesi, kendi doğrularını o merkezden ötekilere bildirmesi, bu misyonla onlara hakareti, eziyeti, aşağılamayı, susturmayı hak bilmesiyle ve gündelik hayatın “kendi halinde” olduğu sanılan akışında tüm bunları durmadan kusabilenlerin evrensel ortaklığıdır o. Birbirinden habersiz ancak aynı evrensel ahlaksızlığa sahip o büyük cemaattir sıradan faşistler. Tıpkı bir demet çubuk gibi. Kelimenin İtalyanca kökü olan “Fascio” tam olarak bu anlama gelir. Faşizm birliktelikten doğan sıradanlığın gücüdür. Zaten asıl faşizm sıradan olandır.
Günlük hayatta hepimizin yapabileceği, basit bencil kötülüklerden doğar sıradan faşizm. Ancak bu kötülük öyle sıradanlaşır ki koca bir grup, bir halk bunu benimser ve yapılabilecek tüm kötü eylemler artık normal ve hatta belki de kahramanca görünebilir hale gelir.
Kendi ahlakı üzerine düşünmeyen ve haksız bir eylemin karşısında göğsünü gererek durmayan her insan, belki yavaş yavaş ama eninde sonunda bir faşiste dönüşür. Ve kötü haber: ‘‘faşist’’ öyle tepelerde duran, karşı tarafa hakaret olarak söylenen, başımız sıkıştığında kullandığımız bir kelime olmaktan çok uzak bir hale geldi. O artık Leviathanvari bir biçimde aramızda dolaşıp durmakta, yanımızdan yöremizden geçmektedir.
Örneğin, faşistliği kahramanca bir edayla sahiplenen ırkçıları düşünelim.
Her şeyi tercihleri ve bireysel ideolojisi üzerinden anlayan postyapısalcı insan, karşılaştığı her söylemsel engeli evirip çevirip kabullenebileceği şekillere dönüştürmeye çalışsa da faşist, berbat bir şeydir. Faşizm berbat bir şeydir.
Günlük hayatın eylemlerini kontrol ederken ahlakın zannımca en önemli sorusu olan “Ne hakla?” sorusunu sormayı en basit eylemlerimizin bile temeline oturtmamız gerekiyor.
Bunu ne hakla yapıyorum? Bir insanın üzerinde taşıdığı bir simgenin pratikteki gerekliliklerini ona hangi hakla dayatabiliyorum? Karşımdaki insan talep etmediği halde onun hayatı ve kişiliği hakkında hangi tespitlerimi hangi hakla sıralayabiliyorum? Bir yönetmenin özellikle şu mesele üzerine filmler çekmesini ne hakla talep ediyorum? Karşındakini tüm sınırlarıyla, talepleriyle, hayalleriyle kabullenemiyorsam usulca çıkmak yerine hangi hakla onun taleplerini aşmaya ona yanlış yerde durduğunu hissettirmeye çalışabiliyorum?
Birine kendimi açarken nasıl olmadığım biri gibi davranıp işler istediğim gibi gitmeyince ona verdiğim sözlerden ve duygusal sorumluluktan hangi hakla tek başıma karar vererek cayıyorum? Hadi bunları talep ediyorum çünkü insan arzulamakla yazgılanmış. Ancak bu isteklerimi rica boyutunda bırakmayıp, susturma, yok sayma, kuşatarak hakimiyet kurma hakkını nereden alıyorum?
Sıradan faşizm gücünü sıradan bireyden ve günlük hayatın olağan eylemlerinden aldığı için öyle kolayca alaşağı olabilecek bir şey değildir elbette. Ancak ahlaklı bir yaşam sürmek gayesi ve eylemleri üzerine düşünmek ona engel olabilir.
Engel olmalı ve karşısında durmalı!