Menü Kapat

Türkiye’de Teori ve Pratik Arasındaki Uçurum

İsra*l’in sistematik katliamını toplumsal bir olgu olarak gündemime taşıdığımda ilk yüzleşmem gerekenin, ülkemizdeki teorik bilgi eksikliği değil, teori ve pratik arasındaki acı verici uçurum olduğunu düşündüm. Bu nedenle öncelikle bu durumun nedenleri üzerine birlikte akıl yürütelim istiyorum. Takipçisi olduğumuz inanç sistemleriyle, inandığımız teorilerle yaşamlarımız ne kadar uyumlu? Bildiğimiz doğrular neden doğru yerde konum almaya yetmiyor?

Muhakkak ki bu soruların pek çok açıdan farklı yanıtları var. Fakat benim değinmek istediğim, kendimce başlıca fail olarak gördüğüm sebep şu oldu: Bizim toplumumuzda herhangi bir kimliği benimsemenin, onu taşımanın bedelinin çok ucuz, hatta bedelsiz, dolaysız bir şekilde sembolik ve bu nedenle de aynı oranda kırılgan olması.

Kimliği görünür kılan bu semboller öylesine ucuz ki hangi dünya görüşüyle, hangi inanç sistemiyle kendinizi kimliklendirmeye çalışırsanız onu elde etmeniz, o kimliği giymeniz oldukça kolay. Hatta bu semboller, kimliği görünür kılmaya yaramıyor, sembol setlerinin bizatihi kendisi kimliklere düşünüyor.

Sembollerin dolaysızlığı öyle güçlü ki pratiğe ne yer ne de gerek kalıyor. Bu şekilde eylemselliğe pabuç bırakmadan kestirmeden teorinin koşullarını sembollerle karşılamış oluyoruz.

Kimliklerin ve sembollerin iktidarının sesini kısmadan önce, pratik olmadan teoriyi bedenleştirmenin yollarını bulduk. Evet, karşılaştığımız her zorlukta olduğu gibi cin fikirliliğimizi burada da kullandık. Kendimize maskelerle, imajlarla öyle teorik çeperler ördük ki pratiğe yer kalmadı; kimse dönüp eylemlerin kendisine odaklanmadı.

Müteahhit olmak çok kolaydı, emlakçı olmak, yapı denetimci olmak, erdemli olmak, adaletli olmak… Çok eski bir binanın yalnızca dış çeperini yenileyerek, modern isimler koyarak iyi bir bina olduğunu düşünmemiz gibi, gerekli sembolleri edindiğimizde iyi insanlar olduğumuzu sandık.

İşte bu nedenle, bana kalırsa, her şeyden önce sorunumuz bir imaj problemi. Belirli simgelerle, sembollerle kuşandığınızda, o imajı tamamladığınızda karşıdakinin size dair algısını şekillendirdiğinizde olay bitmiş oluyor.

İçi boş semboller, simgeler cenneti olan coğrafyamızda; iyi, ahlaklı, erdemli bir insan olarak görünmenin bu kadar kolay olması, bizim teori ve pratik arasındaki bağı ucuz sembollerle oluşturduğumuz imajlara emanet ettiğimiz anlamına geliyor. Öyle ki, kamusal pratikte karşılığı olmayan bir teorinin dikkate alınmaması gerektiğini unuttuk.

Twitter’da severek takip ettiğim “İnatçı Spengler”in şu tweetini, konum almakta zorlandığım her durumda aklıma getiriyorum. Daha iyisini yazamadığım için aşağıya ekliyorum:

“Hamlet gibiyiz! Sadece düşünüyor, hayal kuruyor, ne yapacağımızı bilmiyoruz, taze bir eylem için cesur ruhtan yoksunuz; intikamcı olup kılıcı çekecek iradeye sahip değiliz, kararsızız. Söz ve eylem ilişkimiz kopuk. Diyalektiğin üstesinden gelemediği çelişkiler varoluşu trajik kılıyor.”

Sağlamasını yapmamız gereken binalar kadar, pratikle sağlamasını yapmamız gereken teoriler var. Hayatımıza doğrudan etkide bulunmayan, harekete geçirmeyen teoriye yer vermemek, gereğini yerine getirmediğimiz sembolleri söküp atmak, bu sembollere pamuk ipliğiyle bağlı teorilerin kırılganlığından kopmaya; en önemlisi, eylemlerinin bilincine ve takındığı sembollerin bedelinin farkında olan ilişkiselliklerle dolu varoluşlara ihtiyacımız var.

Armalarımızın eylemlerimize dönüştüğü günlere!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir