Menü Kapat

Mistik Şehitlik Anlatısında Kutsal ve Kurbanın Özdeşliği: Hallâc-ı Mansûr Üzerine Bir İnceleme

Hallâc-ı Mansur, Bağdat’ta miladi 922 yılında siyasi bir yargılama sonunda zındıklıkla suçlanıp Abbasi Halifesi Muktedir Billâh tarafından idama mahkûm edilmiş kişilerden biridir. Ancak benzer gerekçelerle gadre uğramış pek çok çağdaşı arasında bir tek o, hikâyesinin yakıcılığıyla, inanca dair yerleşikleşmiş ve bir o kadar hatalı “ilahî varlık ve benlik” probleminin ötesine geçebilmiştir. Büyük İran şairlerinin yazdıkları şiirlerde “Mansûr Hallâc” olarak bahsettikleri bu tarihsel şahsiyetin istisnai hikâyesi, sözlü ve yazılı edebiyat kanalıyla geniş bir coğrafyada dolaşarak yatağını bulmuş ve mutasavvıfların ruh ve fikir dünyalarını beslemiştir (Selim, 1990, s. 27).

Hallâc-ı Mansûr’un ölümüne dair rivayet edilenler, o güne tanıklık edenlerin pek çoğunun aynı zamanda Hallâc-ı Mansûr’un ölümünden sorumlu olması dolayısıyla nesnellikten yoksun bulunmuştur. Tarihsel kaynaklar da aynı yoklukla karşı karşıya kalmış oldukları izlenimini vermektedir. Yeterince aydınlatılamayan, neredeyse 20. yüzyıla kadar sınırlı bir biçimde bilinen, kendi içinde kilitli kalmış bu olayı Hallâc’ın yaşam öyküsüyle birlikte basiretli bir biçimde inceleyerek tarihsel düşünce içerisinde özgürleştiren isim M. Louis Massignon oldu.

Hikâyenin kayıp kısımlarındaki boşluklar ve belirsizliklerle mücadele ettiği araştırmasında inanç ve faillik meselesi üzerinde durdu. Ardında Hallâc’ın çok boyutlu, benzersiz ve bir o kadar karmaşık yaşam öyküsüne dair soruşturulacak kıymetli sorular bıraktı. Bu yazının payına da bunlardan bazı sorular düştü: Hallâc-ı Mansûr’un kendi idamındaki failliğini verili bir kurbanlık biçimiyle açıklamak mümkün müdür? Mistik şehitlik açısından hem feda eden hem kurban olmak nasıl ve ne dereceye kadar mümkündür? Her ikisi arasında bir özdeşlik mümkünse bu bilgi bize varlığa dair ne söylemektedir?

Bir takım düşünsel çıkışsızlıklardan dolayı bu soruların kesin yanıtları olmasa da bugüne kadar bahsi geçen olaya dair bilinenlerin yeni bir tür kurbanlık biçiminden söz etmeyi zorunlu kıldığı açıktır. Bu yazı da Hallâc ile başladığı iddia edilen ve Massignon’un “mistik şehitlik” adını verdiği anlatı türünün kutsal ve kurban olanı nasıl tayin ettiğini ve bunun ürettiği anlamı Agamben’in adanmış (consacrated) kavramı ışığında açmayı hedeflemektedir.

Hallâc, yaşadığı dönemde yazdığı ve katkıda bulunduğu pek çok eser, iktidara muhalif bulunduğu için tepki toplamıştır. Onun Allah’a yaklaşmak gayesiyle tuttuğu beş günlük oruçlar ve giyim tarzı, ibadetlerde ve görünüşteki aynılığın statüko açısından fazlasıyla önemsendiği bir dönemde iktidarın şimşeklerini üzerine çekmiştir (Massignon, 1994, s. 37). Bununla beraber, onu iktidarın hedef tahtasına oturtan esas sebep hakkındaki zındıklık yargısı olmuştur. Hallâc-ı Mansûr vecd[1] halindeyken “Sen kimsin?” dediklerinde “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) dediği için zâhir ulemâsı Hallâc’ı bir zındık olarak görmüştür. İdamından sonra asırlar geçtiği halde verdikleri fetvalarla idamının haklılığını ve gerekliliğini savunmuş ve hiçbir zaman onu affetmemişlerdir.

İslam düşünürü ve mutasavvıflarını ikiye bölen “beyan” daha sonra itikadi bir mesele olarak farklı ekoller tarafından yorumlanmış ve iki temel eksen ortaya çıkmıştır: İkincisinden başlayalım: Hallâc-ı Mansûr’un bu sözleri sarfettiği sırada ilahî sarhoşluk hâli (sekr) yaşamış olabileceği kanaatini taşır.

Bu kanaatte kalpleri her daim Hakk’ı zikirle meşgul olan evliyanın, ilahi aşka kavuştuktan sonra dünyadaki her şeyi, hatta kendi isimlerini bile unutabileceği fikri ağır basar. Yani Hallâc, Allah sevgisiyle coşmuş, kendinden geçerek her şeyi Hakk olarak görmüş, sonra kendine gelince yaratanla yaratılanların ayrı ayrı varlıklar olduğunu söylemiştir. İmam-ı Gazalî gibi pek çok düşünür, Hallâc-ı Mansur’un böyle bir anda unutarak ve yanılarak Ene’l-Hakk demiş olabileceğini düşünmüştür (Massignon, 1994, s. 34).

Hallâc’ın muğlaklıklarla dolu hikâyesine başka bir zaviyeden bakmanın mümkün olduğunu bize gösteren eksen ise Hallâc’ın hâlini velilere özgü bir hal olan aynelyakîn mertebesiyle açıklayan görüştür. Bu görüşte “Allah’ın varlığı dışında varlıkların, kendine ait bir varlığı yoktur” düşüncesi hâkimdir. Hallâc-ı Mansûr’un “yok’u yok etmek” düşüncesi ile Ene’l-Hakk sözü aslında Vahdet’ül-Vücûd yani Yaratan’ın sıfatının ayne’l-yakîn ile (hiçlik ve Allah’ta yok olmak hâlinin) onda zuhûr ettiğini göstermektedir. Tasavvufta fena[2] makamına karşılık gelen bu mertebe etrafında Abdülkadir-i Geylânî’den başlayıp Muhyiddîn-i Arabî’ye kadar uzanan koca bir tasavvuf geleneği teşekkül etmiştir. Geleneğin bugüne aktarılan en can alıcı damarını oluşturan Mevlânâ Hazretleri’nin Hallâc’ın beyanı hakkındaki fikri şöyledir:

“Hallac, Ene’l-Hakk dediğinde aslında huşu ve alçakgönüllülük göstermişti. Ben var değilim, esasında var olan tek varlık Allah’tır.” demek istiyordu (Yüksel, 2002).

Bu durumun velîlik yoluna özgü bir hâl olduğu dönemin hükümdarı olan Halife tarafından da bilindiği halde, Walter Benjamin’in üç şiddet türünden biri olarak tanımladığı kurucu şiddetin yeryüzündeki temsilcisi olan koruyucu şiddetin dayandığı yasalar, Hallâc’ın bu sözünün cezalandırılmasını gerektirir (Benjamin, 2010, s. 202). Ancak cezanın verilişinde yaşanan çetrefilden hüküm vericilerin bile Hallâc gibi bir Hak aşığı söz konusu olduğunda yasayı uygulamaktan çekindikleri görülür.

Dönemin Halifesi Muktedir Billâh, Hallâc’ın bir sene kadar zindanda tutulmasına karar vererek cezasını erteler ve bunun üzerine bir çıkış yolu aranmaya başlanır. Bu ise ancak bir şartla mümkündür: “Hallâc’ın sözünü geri almasını sağlamak”. Onun çok sevdiği dostu İmam-ı Şiblî başta olmak üzere yakınları sözünü geri alması için onu ikna etmeyi denerler. Ancak Hallâc-ı Mansûr hazretlerinin cevabı bellidir: “Ben değil, dedirten geri alsın[3]”.

Hallâc-ı Mansûr, zindanda ona tanınan bir senelik müddetin ardından hakkındaki hükmün kesinleştirilmesiyle birlikte önceden kararlaştırılan ve halka duyurulan bir zamanda, halka açık bir yerde topluluk tarafından kanı dökülerek katledilir. Esas itibariyle Eski Yunan dinlerinden bu yana kutsal olan düzeni tesis etmek için kurban kesmek ve kan dökmek ibadetin bir yolu olarak benimsenmiştir.

Öldürme deneyimi kutsallığın temeli olduğu gibi cemaati yeniden etrafında örgütleme gücüne sahip tek mekanizmadır; çünkü ortak bir cinayetin anısı, kolektif suçluluğu ve şiddetin hafızasını harekete geçirerek birlikteliği tesis eden yegâne eylemdir (Bataille, 2006, s. 23). Bunun sayesinde kurban verme ve adak ritüeli kurbanın, manevi şehide dönüşerek toplumu kutsallaştırması işlevini görür.

Hallâc, söylediklerinden ötürü kurban edilmeyi “erenlerin mirâcı” olarak gördüğünden, ölüme gönüllü bir şekilde yürümüştür. Louis Massignon, ilk bakışta göze çarpan bu sıradışılık için “gerçek velâyet yolu ister istemez ölçü dışı, ekzantrik, anormal ve şok edicidir” ifadelerini kullanır. Bu hayat, Allah arayışındaki rûha “makul görgü kurallarının” “benimsenmiş uzlaşımların” “saygıdeğer alışkanlıkların” zindanından duvarı delerek kaçmayı yasaklar (Massignon, 2006, s. 83). Bundan gayrı yasaklanansa, yasaklanması imkânsız olandır.

Marcel Gauchet, velîlere özgü aşkınlığın dinamiklerini incelerken bu durumu mümkün kılan şeyin benliğin (self) başka bir benliği keşfetme, harekete geçirme ve anlık gerçekliği dışarıda bir bakış açısından görme imkânı olduğundan bahseder (1997, s. 47). Eğer her nesne kendi anlamının ötesinde metafizik bir anlam taşıyorsa insanın da kendi varlık alanını aşarak rûhunu/anlamı başka bir varlıkta bulabilmesi mümkün olmalıdır (s. 45).

Velîlik ile delilik arasındaki ince çizgide seyretmek, velîlerin adetidir. İlahî aklı anlamak için yürütülen düz mantığın, bireysel inancın kolektif bağdan ayrı ve bununla uzlaşmaz olduğu ayne’l-yakîn mertebesinde amacına ulaşma şansı yok gibidir.

Bu mertebe Hallâc’ı ölüme götüren beyanı ile kurbanlığındaki gönüllülük arasındaki süreklilik ilişkisini de bir nebze olsun açıklamaktadır. Massignon’a göre Hallâc, Hacc’a gidip de hacıların bazıları gibi gönlünden şehâdeti geçirdiğinde İslam’ın mistik şehitliğine çağrıldığının bilincindedir. Bağdat’ta, cemaatinin yıllık genel bağışlanması sırasında Arafat’a yasa gereği sunulan kurbanlıkların “yerini almak” istediğini alenen dile getirmiştir (Massignon, 2006, s. 13).

Hallâc-ı Mansûr’un yaşam hikâyesini araştırmak için kelimenin tam anlamıyla hem toprağı hem tarihi kazıyan Massignon yine Bağdat’ta yaptığı bir kazı sırasında çıkan çömleğin üstünde Hallâc-ı Mansûr’a atfedilen bir söze rastlar:

“Allah’a kavuşmak için iki rekât namaz da yeter. Ancak, böyle bir namaz için abdesti, insanın kendi kanı ile almış olması gerekir” (2006, s. 15).

Hallâc-ı Mansûr’un kurbanlığını adeta bir hediye gibi karşıladığını, ölümü kendisi için bir geçiş töreni olarak gördüğünü işaret eden bunun gibi pek çok tarihsel veri, her hareketini Rabbiyle kurduğu ilişki içerisinde anlamlandıran teleolojik düşünme biçimini yansıtır. Bütün bunlar Mansûr Hazretleri’nin kendi işlevinin farkında olan bir “kurban” olarak “kurbanlığını” üstlendiğini ve kurbanın pasif konumunun altını failliğiyle oyarak süreci tersine çevirdiğini gözler önüne serer. Bu sayede kendini, kurbanın nesneleştirildiği konumdan eylemin öznesi haline geldiği bir konuma taşır.

Sonuç olarak Hallâc’ın ilahî oluşla bütünleşmek için attığı adım, kendini yok ederek fena mertebesine erişen bir tasavvuf ehline soluk alıp vermek kadar tabii gelebilecekken rasyonelliğin normali ve normalliği belirlediği bir dünyada uçuk bir eylem olarak karşılanmıştır. Bize normalde gerçekleşmeyecek bir ihtimal olan aynı kişinin hem feda eden hem kurban verilen olabildiğini gösteren de budur. Hallâc’ın kurban edilişi galeyâna getirilen bir topluluğun bir insanı katletmesiyle açıklanabilecek kadar basit değildir. Çünkü bu hikâyeye mührünü vuran onlar değildir, O‘dur.

KAYNAKLAR

Agamben, Giorgio. (2001). Kutsal İnsan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Bataille, George. (2006). İç Deney (Çev. Mehmet Mukadder Yakuoğlu) YKY:

İstanbul.

Benjamin, Walter. (2006). Şiddetin Eleştirisi. İstanbul: Say Yayınları.

Freud, Sigmund. (2011). Totem ve Tabu. Çev: Akın Kanat. İzmir: İlya Yayınları.

Gauchet, Marcel. (1997). The Disenchantement of the World. (Çev. Oscar Burge).Princeton

University.

Gerard, René. (2004). Günah Keçisi. İstanbul: Kanat Yayınları.

Glasse, Cyril. (2001). The New Encyclopedia of Islam. Alta Mira Press.

Massignon, M.Louis. (2006). Hallâc-ı Mansûr’un Çilesi. Çev: İsmet Birkan. İstanbul: Ardiş Yay.

Massignon M.Louis ve Herbert W. Mason Hallaj, Mystic and Martyr [ABRIDGED] Princeton University Press; Abridged edition, Haziran 19, 1994.

Selim, Samah. “Manṣūr al-Hallāj and the Poetry of Ecstasy”, JAL, XXVI (1990), s. 26-42.

Sürûr, Tâhâ Abdülbâkī, el-Ḥallâc, Kahire: 1961.

Şeref, M. Celâl. (1974). Dirâsât fi’t-taṣavvufi’l-İslâmî, Beyrut.

Tuğrul, Saime. (2010). Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban. İstanbul: İletişim.

Yüksel, Ahmet F. Hallac-ı Mansûr ve Ene’l Hak. Erişim: 22 11 2002 (02 12 2012)

http://www.sufizmveinsan.com/aksam/enel.html

Wikipedia. Mansur, Hallac. (02 12 2012)


[1] Transandantal olarak da bilinen bu durum yüksek konsantrasyon ile kişinin kendi içine dönüp dış dünyayla ilişkiye kapandığı bir tür aşkınlık halidir.

[2] Fena, Allah’ın varlığında eriyip yok olmak, her şeyin Allah’tan olduğuna kan olmak anlamına gelir.

[3] “Fena”nın sözcük anlamı yok olmaktır. Velâyet yolunda bulunan yedi mertebeden biridir. Daha detaylı bilgi için İmam-ı Rabbânî’nin “Mektubât” kitabına bakılabilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir