Yaşanan depremden sonra empati kavramı üzerine daha sık düşünmeye başladım. Ve bu kavram son yıllarda fazlaca duyduğumuz ve popülerleşmiş bir kavram olduğundan sığ bir anlam evrenine sıkışmış görünüyor. Benim dikkat çekmek istediğim nokta şu ki, empati duygumuz bencilliğimiz üzerinde çok ilginç işliyor. Örneğin, ölü bir insan bedeni görmenin bizde yarattığı derin tahribat ile ölü bir sinek ya da kuş görmenin tahribatı asla aynı olmuyor. Bunun nedeni de her şeyi kendi benliğimiz üzerinden algılamamız olsa gerek.
Kendi işimiz, kendi bedenimiz, kendi kazancımız, kendi duygularımız üzerinden dünyayı anlamlı hale getiriyoruz ve “empati” dediğimizde yalnızca bizimle aynı bedene, aynı hayat görüşüne sahip ve bizimle aynı sosyal sınıfa ait insanlarla bağlantı kurabiliyoruz. Bu da ne yazık ki empatik bir canlı olmamıza rağmen bizim türcü, cinsiyetçi veya ırkçı olmamıza yol açıyor. Husserl, empatiyi “ötekinin iç dünyasını anlamak için, onun yerine geçerek kendimizi onun konumuna yerleştirmemiz” olarak tanımlar.
Buradaki konumlanma, zaten sınırlarından çıkmaya korkan insanlar için çok zordur ve bu nedenle o yalnızca kendi mahallesinin sakiniyle empatik bir bağ kurar. Bunun doğal bir donucu olarak da tsunamiden büyük hasar almış Şili’ye olanca fedakârlığınızla yardıma gittiğinizde bazı Şili yerlileri, ardınızdan, “Özel eğitilmiş, kendini şirin göstermeye çalışıyor.” diyebilir.
Empati Nedir?
Empati, insana verilmiş muazzam bir yetenek. Bu yetenekle birlikte şimdi ve burada olan birey yalnızca kendi hayatını ve duygularını bilmez; hiç aşık olmasa da aşkın etkilerini, hiçbir yakınını kaybetmese de başkasının hüznü ile hüzünlenmeyi bilir.
Husserl, Ideen I’de empati ile kazanacaklarımızı şöyle anlatıyor:
“Empati, insanların dünyaya ilişkin anlayışını genişletir ve bu sayede dünyanın farklı yönlerini ve bakış açılarını görmemize yardımcı olur. Böylece insanların dünyayı algılama biçimleri değişebilir ve daha açık fikirli bireyler haline gelmemizi sağlar.”
Ancak, farklı pencerelerden bakmayı kendine yasak etmiş insanlarla dolu bir yaşam alanında kimseyi değiştiremeyeceğimizin ümitsizliği ile baş başa kalıyoruz çoğu zaman. Bu durumda da elbette felsefenin yetinmeyen ve yatıştırmayan tavrı beni şu soruya yöneltiyor: Madem benimle benzer zeminde olduğunu düşündüklerim ve aynı türden oldukları bana sırtını döndü ve madem ben de elimdeki bu muazzam yetenekle, bu koca ilişkiler ağında her şey ile empatik bir bağlantı kurabiliyorum, öyleyse kiminle ya da neyle bağlantı kurmalıyım?
Madem benim türüm, aramızdaki bu duygu ve düşünce aktarımına izin vermiyor, bu dünyada ne ile ilişkilenebilirim?
Bir apartmana empati geliştirebilir miyim mesela? Onunla kurduğum bağ nasıl olmalı? O bir apartman ve ben de bir insanım. Platon’un Devlet kitabının ilk tartışması bu konuda yol gösterici olabilir bize. Bir şey ile ilişki kurmanın ilk yolu adalettir. Ancak âdil bir düzlemde anlamlı ilişkiler kurulabilir.
Adalet Nedir?
Adalet bir şeye hakkı olanı vermektir. Hakkını vermek, onu tanımlamakla aynı anlama çıkar. Örneğin özgürce düşünen canlı tanımıyla tanıdığımız “insan”ı, onun tanımındaki herhangi bir durumdan mahrum etmemiz ona büyük haksızlık olacaktır.
Peki ya Apartman?
Apartmanın hakkı nedir, onu tanımına uygun yapan nedir? Apartmanın özü, onu evrendeki diğer eşyalardan ayırmalıdır. Kısaca, çok katlı mimari yapı olarak tanımlanır ve bu tanımdaki yapı, mimarlık gibi kelimeleri açtığımızda “sağlam olan”, “muhafaza eden”, “yaşam alanı oluşturan” gibi apartmana ait yepyeni sorumluluklarla da karşılaşırız.
Ancak görüyoruz ki kimse bir apartmanın hakkını vermemiş. Meğer apartman olarak tanımladığımız şey yalnızca şekillendirilmiş bir moloz yığınıymış. Mevzuatlarda satır satır yazılmış, tanımları yapılmış, kuralları belli bu “şey” haksızlığa uğramış; insanı muhafaza etmek ve ona yaşam alanı sunmak şöyle dursun, şimdilerde bir mezarlığa dönüşmüş.
Şimdi söyleyin bana,
kim bir apartmanın yerinde olmak ister?